|
|
|
=> Daha kayıt olmadın mı?
Forum - Osmanlı Devleti
benben (şimdiye kadar 200 posta) | | Gerileme ve Çöküş (1699-1923) - II
Sultan Abdülaziz Han, öncelikle ordu ve donanmanın güçlendirilmesine canla-başla çalıştı. Amerika'da o sırada yeni yapılan ve seri atış yapan "Martini" tüfeklerinden getirterek, kara ordusunu bunlarla donattı. O tarihte böyle kuvvetli bir silah diğer Avrupa devletlerinde bile yoktu. Sonra muazzam bir donanma kurdu. Denizcilikten çok iyi anlıyor, yaptıracağı zırhlıların plânlarını bazen kendisi çiziyordu. Böylece meydana getirdiği donanma, İngiltere ve Fransa'dan sonra dünyanın üçüncü büyük donanması oldu. Abdülaziz Hanın en büyük emeli, Rusya'yı Tuna'nın ötesine atmak ve Karadeniz'e çıkmasına kesinlikle engel olmaktı. Gerçekten, Türkiye ne zaman içeride kuvvetlenmek üzere bir takım girişimlerde bulunsa, Rusya bir savaş çıkarıyor, devletin bütün malî gücü bu savaşlarda eriyip gidiyordu. Padişahın yeniden kurduğu ve teşkilatlandırdığı 500.000 kişilik ordu, dünyanın en modern gücü haline geldi. Osmanlı Devletinde Sultan Abdülaziz Hanın gerçekleştirdiği bu hamleleri, İngiltere, Fransa ve Rusya büyük bir endişe ile izliyordu. Fakat bu safhada hiç birinin bu muazzam güce karşı çıkmak cesareti yoktu. Öyleyse devlet bu kudretli elden mahrum bırakılmalı, yani Sultan Abdülaziz Han tahttan indirilmeliydi.
1867 yılında, bir buçuk ay süren Avrupa gezisine çıktığı sırada Viyana'dan Budin'e uzanan yol üzerinde gittiği her yerde eski tebaası olan ve Avusturya zulmünden bıkan Macarlar, Sultan Abdülaziz'i çılgınca alkışlarla karşılarken, içerideki hâinler bu büyük Türk hakanının öldürülmesi için tertipler hazırlıyorlardı.
Sultan Abdülaziz Hanı tahttan indirmek isteyen şebekenin başında, dünya bankeri Lord Rodchild ve Mısır'da hidiv olamamasının sebebini Abdülaziz Han'da gören Mustafa Fazıl Paşa geliyordu. Lord Rodchild ile birlikte hareket eden Mısırlı prens bütün servetini bu yola dökerken, onların besledikleri ve devletine ihanete hazırladıkları zevat ise, Türk milletine vatanperver olarak tanıtılıyordu. Bu sözde vatanperverlerin başında Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Askeriye Nazırı Süleyman Paşa, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed Paşa, Şâir Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suâvi ve Âgâh Efendi geliyordu. İçeride Osmanlıyı yiyen, dışarıda İngiliz paralarıyla kursaklarına kadar dolu olan bu zevat, ülkenin kurtuluşuna değil, bilerek batışına hizmet ettiler.
Nihayet 1876 yılı Mayıs ayında Hüseyin Avni Paşa liderliğinde toplanan ihanet şebekesinin kurmayları, veliahd şehzade Murad'ı tahta çıkarmak üzere anlaştılar. Harbiye Kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa, üç yüz kadar harbiye talebesini alarak sabaha karşı sarayı çevirdi. Sultan Abdülaziz'i çok sevdiği için, Türk askeri devre dışı bırakıldı. Onun yerine, o sırada İstanbul'da bulunan ve hiçbiri Türkçe bilmeyen bir bölük çöl askerini "Padişahı korumak için" diyerek sandallara bindirip sarayın çevresine getirdiler. Dışarıdan bakanlar, bunları Türk ordu birlikleri sanırdı.
Böylece tahttan indirilen Abdülaziz Han, özellikle Hüseyin Avni Paşanın bitip tükenmez kini yüzünden çok kötü muâmelelere mâruz kaldı. Önce Topkapı Sarayı'na ve oradan Ortaköy'deki Fer'iye Sarayına götürüldü. Sultan, buraya götürülüşünün dördüncü günü, ihtilalci paşaların tuttuğu katiller tarafından, bilek damarları kesilerek şehid edildi (1876). Bu işi yapanların intihar süsü vermek istedikleri belliydi, ancak bir adamın her iki bilek damarını birden kesmesine imkân yoktu. Ortada acemice bir cinayet mevcuttu. Ayrıca, Hüseyin Avni Paşanın, doktor muayenesi bile yaptırmadan, aceleyle cenazeyi kaldırtmasından da bu işin bir cinayet ve tertipleyenin de kendisi olduğu anlaşılıyordu.
Sultan Abdülaziz Han, Türk tarihinin önemli devlet adamlarından biridir. Meşrutiyetçilerle arası iyi olmadığı için, muhalifler onun hakkında pek çok dedikodu çıkararak yıpratmaya çalışmışlar, Avrupa kamuoyu da bu yolda bir imaj meydana getirdiği için, sonraki yıllarda onun şahsiyeti hayli silik gösterilmiştir. Bu padişah için çıkarılan horoz dövüştürmesi ve deve güreştirmesi gibi şeyler tamamen hayal mahsulü olup, hiç utanılmadan uydurulmuş şeylerdir. Kendisi güçlü kuvvetli olup; ava, güreşe, cirit atmaya meraklıydı. Türk milleti, çok sevdiği bu büyük padişahın ardından günlerce ağladı. Hattâ ona yapılanlar yüzünden, bu memleketin lanetlendiği sözleri halk arasında söylenmeye başladı.
Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz ortadan kaldırıldıktan sonra, daha yüksek mevkilere çıkmanın hesapları içindeyken, kolağası (yüzbaşı ve Sultanın kayınbiraderi Çerkes Hasan Bey tarafından katledildi. İhtilalci liderler tarafından tahta çıkarılan V. Murad, amcasının işkenceli ölümünü işitince, aklî dengesi bozuldu. Bu sebeple, 31 Ağustos 1876'da tahttan indirildi. Yerine şehzade Abdülhamid Efendi, Osmanlı sultanı oldu.
Sultan Abdülhamid Han'ın 33 yıllık saltanat süresi üç devrede incelenebilir. 1) İlk bir buçuk yıllık dönem (I. Meşrutiyet dönemi), 2) 31 yıllık dönem (Şahsî idaresi dönemi), 3) Son bir yıllık dönem (II. Meşrutiyet dönemi). Padişah, saltanatının ilk bir buçuk yıllık dönemi içerisinde devlet idaresine karıştırılmadı. Ülkeyi Sadrazam Midhat Paşa ve arkadaşları idare etti. 23 Aralık 1876'da I. Meşrutiyet ilan edildi. Meclis, 24 Nisan 1877'de Rus Harbinin çıkmasına sebep oldu. Malî 1293 senesine rastladığı için 93 Harbi de denilen bu savaş, Edirne Mütarekesine kadar dokuz ay sürdü. Gazi Osman Paşa'nın Plevne'de ve Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın doğu cephesindeki başarılarına rağmen, savaş, umumi bir bozgunla neticelendi. Bu bozgunda özellikle İttihatçı liderlerin benlik kavgaları önemli rol oynadı. Ruslar ve Bulgarlar, binlerce Türk kadın ve çocuğu kestiler. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan'dan İstanbul'a göç etti. Bu faciaları gören Abdülhamid Han, İngiliz Kraliçesi Victoria'ya çektiği telgraf ile, barışın yapılmasını sağladı. Mütarekeden on gün sonra da Meclis-i Mebusân'ı kapattı. 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşması, Türkiye için büyük kayıplara yol açtı. Kars, Ardahan ve Batum (elviye-i selâse), Ruslara geçti. Bulgaristan prensliği diye iç işlerinde bağımsız, dışta Türkiye'ye bağlı yeni bir devlet kuruldu. Ruslar, Bulgaristan'ı tamamen Osmanlı Devletinden ayırma projelerini yapmışlardı. 93 Harbi öncesi Bulgaristan'da Türk nüfusu çoğunlukta idi. Ruslar, bu yerleri işgal ettikçe halkı toptan kurşuna dizmek, süngülemek, camilere doldurup yakmak suretiyle Türk nüfusunu sistemli şekilde azalttılar. Abdülhamid Han, Ayastefanos Antlaşmasının hükümlerini hafifletmek için diplomatik yollara başvurdu ve İngiltere'nin desteğini aradı. İngiltere, Berlin'de bir konferans toplayarak Ayastefanos'un hükümlerini kaldırabileceğini, buna karşılık Rusya'nın Türkiye'den herhangi bir toprak isteğine engel olabilmek için, Kıbrıs'a yerleşmesi gerektiğini bildirdi. Padişah, bu isteği kabul etmedi ve Meclis-i Vükelâ'da (Bakanlar Kurulu) yaptığı bir konuşmada, Avrupa devletlerinin Türk'e hayat hakkı tanımayacağını, onların asıl maksadının, Türk Devletini Konya ve civarında küçük bir prenslik hâline indirmek olduğunu söyledi. Bu sözleriyle o, kırk iki yıl sonraki Sevr Antlaşması'nı daha o zaman sezmiş bulunuyordu. Fakat vekiller heyetinin ısrarı üzerine, Kıbrıs, İngiltere'ye bir nevi kiralandı. Ada, hukuken Türklere âit olacak, fakat İngilizler tarafından yönetilecek ve İngilizler, uygun bir tarihte çekileceklerdi. Böylece Berlin Antlaşması, 13 Temmuz 1878'de imzalandı. Bu antlaşma, aslında Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmadı. Fakat Balkanlardaki Rus nüfuzunu önemli ölçüde kırıp bu statüyü Avrupalıların garantisi altına sokması bakımından önemlidir.
Berlin Antlaşmasının imzalanmasından sonra Sultan Abdülhamid'in saltanatındaki ikinci devre, yani devleti şahsî ve bizzat idaresi başladı. Bundan sonraki işlerde asıl sorumluluğu yüklenecek olan padişahtır.
Böylece, 93 Harbi sonunda Osmanlı İmparatorluğu ve onun idaresini bilfiil üzerine almış bulunan II. Abdülhamid Han, sanki bir yıkıntının altında kalmış gibiydi. Osmanlı Devleti, içeride ve dışarıda büyük meselelerle karşı karşıya idi. Ancak aklı, ilmi, zekâsı, fevkalade yüksek olan II. Abdülhamid Han, bunların üstesinden gelmeyi başardı. İdaresi altındaki Türkiye, Berlin Antlaşmasından II. Meşrutiyete kadar, 30 sene içinde herhangi bir toprak kaybına uğramadı. 1881'de Teselya'nın Yunanistan'a bırakılması ve aynı yıl Tunus'un Fransızlarca işgali bu anlaşmaya imza koyanların rızalarıyla olmuştu. Buna rağmen II. Abdülhamid Han, Tunus'un işgalini hiç bir zaman kabul etmedi ve bunu sonuna kadar bir siyasî mesele yapmakta devam etti.
30 yıl müddetle Sultan Abdülhamid Hanın karşı karşıya bulunduğu meseleler ve bunlara karşı aldığı tedbirler ise şu şekildedir:
1. 1853 Kırım Harbi sırasında yabancı devletlerden alınan büyük borçlar; Reşid, Fuad ve Âli Paşaların sınırsız harcamaları, Sultan Abdülaziz zamanında ordu ve donanmanın geliştirilmesini sağlamak için alınan borçlar ve Rusya'ya ödenecek savaş tazminatı devletin belini bükmüştü. Dış borçlar, devlet borcu olduğu için, bunlar ödenmedikçe, yabancı devletlerin elleri, Türkiye'de olacaktı. Bu sebeple padişah ilk iş olarak bu meseleye çare bulmaya çalıştı. 1881'de yayınladığı bir kararname ile devletin bir çok tekel gelirlerini tek idare altında topladı ve buradan dış borçların düzenli taksitlerle ödenmesine karar verildi. Buna karşılık dış borcumuzun yarısı silindi. Düyunu Umumiye denilen bu idare, alacaklı devletlerin temsilcileriyle ortak idare ediliyordu. Padişah, böylece hem yabancı müdahalelerini önlemiş, hem devletin malî işlerine bir düzen vermiş oldu.
2. Berlin Antlaşmasıyla Teselya'ya sahip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini hızlandırdı. Girit ve Yanya'da çete savaşlarını körükledi. Balkanlarda Yunan ordu birlikleri sınır ihlallerine başladı. Bu olaylar üzerine Abdülhamid Han, Yunanistan'a askerî müdahalede bulunulmasına karar verdi. Padişah, ayrıca, Batılı devletlerin ve Rusya'nın Yunanistan lehine harekete geçmesini istemediğinden, müdahalenin bir yıldırım harbi olmasını, sonucun süratle alınmasını istedi. Bu emirle harekete geçen Müşir Ethem Paşa kumandasındaki Türk birlikleri, 24 saatte Termopil geçidini aşıp Atina'ya girdi. Bütün Avrupa kumandanları bu olayla şaşkına döndü. Çünkü Alman kurmayları, Osmanlı ordusu, Termopili altı ayda geçemez diye rapor vermişlerdi. Rusya, İngiltere ve Fransa'nın müracaatı üzerine, savaş o noktada durduruldu. Bu üç devlet; Türkiye, Yunanistan'dan çıkmadığı takdirde savaş ilan edeceklerini bildirdiler. Yunanistan, Türkiye'ye büyük bir savaş tazminatı ödeyerek kurtuldu. Ancak, bu üç devlet, Osmanlı'yı galip geldiği bir savaşta yenik duruma düşürmek için, Girit'e muhtariyet verilmesini kararlaştırdılar. Girit, Osmanlı Devletine bağlı kalmakla birlikte, kendi kendini idare eder bir valilik olacaktı. Burası, ancak Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Yunanistan'a ilhak edilebildi.
II. Abdülhamid Han, Yunan Savaşı hariç bütün dış meselelerini dâima diplomatik yollarla halletmeye çalıştı. Gerçi diplomatik yol kesin sonuç vermeyen ve işleri sürüncemede bırakan bir yoldu. Ancak, Türkiye zayıf ânında, savaştan uzak kalmak ve dış istekleri sürüncemede bırakmaktan dâima kârlı çıkıyordu. Oysa, kesin zafer elde ettiği Yunan Harbinden bile bir kâr elde edememişti.
3. İngilizlerin Arap milliyetçiliğini yaymak ve Arapların hakkı olduğunu iddia ederek, Mısır hidivini halife yapmak konusundaki gayretlerine, Abdülhamid Han, Panislamizm politikasıyla karşı koydu. O tarihlerde İngiltere, Rusya ve Fransa'nın idareleri altında, büyük Müslüman kitleleri bulunuyordu. İngiltere'nin, Türk idaresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine padişah, bu devletlerin Müslüman halklarını kendi nüfuzu altına almayı, bütün dünya Müslümanları ile İstanbul arasında güçlü bağlar kurmayı uygun gördü. Bunun için dünyanın her tarafında, İslâm topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçti. Bunlara özel mektuplar gönderdi. Rütbe ve nişanlar verdi. Böylece, bu dinî liderlerin hepsi kendilerini İslam halifesinin mahallî memurları, temsilcileri olarak görmeye başladılar. Müslümanları Avrupalı ve Rus emperyalistlere karşı uyarmak üzere Çin'e kadar adamlar gönderdi. Sonuçta öyle bir durum meydana geldi ki, Afrika'nın en uzak köşesindeki bir Müslüman cemaati bile hiç Türkçe bilmedikleri halde, camilerden çıkınca, ellerinde Türk bayrakları ile dolaşıyorlardı.
Ayrıca İstanbul'da basılan binlerce kitap ve broşür, Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine gönderiliyor, böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından besleniyorlardı.
Sultan Abdülhamid Han'ın bu politikası sayesinde İstanbul, İslâm dünyasının kalbi durumuna geldi. Rusya, İngiltere ve Fransa, onun, kendi Müslüman tebaaları arasındaki bu nüfuzundan çekinerek daha dikkatli hareket etmeye başladılar.
4. Birçok gelirini Düyun-u Umumiye'ye bırakan devlet, memur ve asker maaşlarını zamanında ödeyememe, iki veya üç ayda bir ödeme yapma durumuyla karşı karşıya kaldı. Ancak aynı devirde hayatın fevkalâde ucuz ve Osmanlı parasının kıymetli olması sayesinde, sıkıntı çeken hiç kimseye rastlanmadı. Bir aylık maaş, üç ay boyunca rahatlıkla yetiyordu.
5. Yahudilerin arz-ı mev'ud (vadedilen topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarını hızlandırmaları. Yahudiler, İngilizlerin de desteğiyle bu gayenin gerçekleşmesi için Siyonist teşkilatlar kurup zengin gelir kaynakları temin ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulması için çalışıyordu. Yahudiler, 1870 senesinden itibaren Filistin toprakları üzerinde ziraî yerleşme merkezleri oluşturmaya başladılar. Daha çabuk ve kesin bir yerleşme yapabilmek için Herzl, Sultan Abdülhamid'le görüştü ve ondan Filistin'de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istedi. Buna karşılık Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyeceklerini bildirdi. Bu isteğe karşı Abdülhamid Han, Tarihimize altın harflerle geçen şu cevabı verdi: "Ben, bir karış dahî olsa toprak satmam. Zîra bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldâr kılmıştır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz." | | | | benben (şimdiye kadar 200 posta) | | Gerileme ve Çöküş (1699-1923) - III
Abdülhamid Han, ayrıca Yahudilerin el altından ve gizli faaliyetlerine karşı da harekete geçti. Filistin'in tamamını arazi-i şahâne (padişaha ait arazi) ilan ederek satılmasını yasakladı. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin'de görevlendirdi. Kafkaslar ve Balkanlardaki bir kısım Müslümanları Filistin'e yerleştirdi. Padişahın bu faaliyetleri üzerine Yahudiler, bütün güçlerini Abdülhamid Hanı tahttan indirme yoluna çevirdiler. Ve mason yaptıkları yerli hainlerle işbirliği yaparak, bu niyetlerini gerçekleştirdiler. 6. Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi, Anadolu'da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını öngörüyordu. Bu maddenin Ermeni muhtariyetini doğuracağını ve ülke bütünlüğünü parçalayacağını görerek, Abdülhamid Han uygulamadan kaldırdı. Bu maddeyi uygulama taraftarı olan sadrazam ve devlet adamlarını azletti. Bunun üzerine, çeşitli Avrupa şehirlerinde ve Amerika'da yetiştirilmiş Ermeni ihtilalcileri, Türkiye'de ihtilal hazırlıklarına giriştiler. Devletine bağlı Ermenileri terörle sindirerek kendilerine katılmaya zorladılar. Böylece, İhtilalci Ermeniler tarafından, doğuda pek çok Ermeni vatandaş katledildi. Avrupa'da da bu katliamların Türkler tarafından yapıldığı intibaını vermek için yoğun bir propaganda başlattılar. Ermeni ihtilalcileri tarafından Abdülhamid Han "Kızıl Sultan" ilan edildi. Bunların niyeti, Türkiye'de bir ihtilal hareketi uyandırdıktan sonra, Avrupa devletlerinin müdahalesini sağlamaktı. Ancak giriştikleri pek çok teşebbüs, Abdülhamid Han tarafından, Avrupalıları ayağa kaldırmadan bastırılıp söndürüldü. Ayrıca, Doğu Anadolu'da Hamidiye Alayları'nı kuran padişah, bölge aşiretlerini kendisine bağladı. Bu olaylarla bölgede asayişi sağlayarak devletin hakimiyetini pekiştirdi.
Bu defa Ermeniler de, padişahı ortadan kaldırmadıkça Ermenistan'ı kuramayacaklarını düşündüler. Avrupa'da meşhur bir teröristi para ile tutup, İstanbul'a getirdiler. Cuma namazı için gittiği Yıldız Camiinde II. Abdülhamid Hanın arabasına bomba konuldu. Ancak camiden çıktıktan sonra, padişahın bir dakikalık gecikmesi hayatını kurtardı.
7. 31 yıllık olaylar sonunda dış düşmanlar emellerine ulaşabilmek ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını sağlamak için, Sultan Abdülhamid Han'ın ortadan kaldırılması veya tahttan indirilmesi gerektiğinde birleştiler. Ancak bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen bunu başaramadılar. Binlerce yıllık bir tarih gösteriyor ki, Türk, dışarıdan yıkılmıyordu. Öyleyse yine tarihi entrikalar dönmeli ve Osmanlı Türklüğü içeriden parçalanmalıydı. Tezgâhlar bu gaye ile dönmeye başladı. 1890 yılında İngilizlerin desteğiyle kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin hedefi, Abdülhamid Han'ı tahttan indirmek ve meşrutiyeti ilan etmekti. Büyük paralarla Osmanlı devlet adamlarını satın almaya ve kısa sürede pek çok taraftar bulmaya başladılar. Bu cemiyet, 1897'de padişahı tahttan indirmek için tertip içine girince, basılarak üyeleri yakalandı. Bunlar idama mahkûm edildilerse de, cezaları padişah tarafından müebbet hapse çevrilerek yurdun çeşitli yerlerine sürüldüler. Ancak bunlar, Paris'e kaçarak faaliyetlerine devam ettiler. Ermeni, Yahudi ve Balkan komitecileriyle, yani padişahın aleyhinde olan herkesle işbirliğine başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan Bulgar, Sırp, Yunan çeteleri, Abdülhamid Han'ı tahttan indirmek için, İttihat ve Terakki Cemiyetine kucak açtılar. Bunların ihanetleri o dereceydi ki, Ermenilerin düzenlettirdiği bombalı suikasttan padişah kurtulduğu zaman, şâir Tevfik Fikret, teröriste; "Ey şanlı avcı" diye sesleniyordu.
Türkiye'de padişaha karşı olmak, âdeta aydın olmanın bir gereği gibi görülmeye başlandı. Sarıklı medrese hocalarından, setre pantolonlu Fransız taklitçilerine kadar herkes muhalifti. Nihayet bu yoğun propaganda, ordudaki genç subaylar arsında da yayılmaya başladı. Bazı subaylar çeteciliği bir siyasî hareket kolu olarak benimseyerek, Türk Devletine karşı komitacılığa, yani dağa çıkıp isyana başladılar. Aralarında Enver, Niyazi gibi mâceracı kimselerin de bulunduğu bu subaylar grubu, kendilerine kuvvet sağlayabilmek için, Bulgar komitacılarıyla ortak hareket ediyorlardı. Selanik'te bulunan Osmanlı Üçüncü Ordusu, âsî bir ordu haline geldi.
Neticede II. Abdülhamid Han, II. Meşrutiyet'i ilan etmek zorunda kaldı (190 . Böylece saltanatının yaklaşık beş ay sürecek üçüncü ve son bölümü başladı. Abdülhamid Han'ın tahta çıktığı zamanda olduğu gibi, bu devrede de iktidar yetkileri tamamen elinden çıkmıştı. Bir yerde 1908, Osmanlı Devleti tarihinde, artık, Osmanlı hânedanının devre dışı bırakıldığı ve siyasî iktidarın ellerinden alındığı bir tarih oldu.
İttihatçılar, silah zoru ile iktidara geldikleri için, yeni meclisin kurulmasında da çetecilik metodlarını kullandılar. Meclisi kendi adamlarıyla doldururlarken, muhaliflerini de kiralık katillerle ortadan kaldırdılar. Ancak, bunların iktidarı sağlamlaşırken, devlet çatırdamaya başladı. Türkiye'ye bağlı bir prenslik olan Bulgaristan, hemen bağımsızlığını ilan etti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Türkiye'ye ait olan Bosna-Hersek'i ilhak ettiğini bildirdi. Girit muhtar idaresi, Türkiye'den ayrıldı ve Yunanistan'la birleşti. Ermeni komitacıları, Adana ve çevresinde büyük bir isyan çıkardılar. Ülkenin bir baştan bir başa tam bir kargaşa içine düştüğü sırada, 31 Mart Vakası meydana geldi. İttihatçıların Selanik'ten İstanbul'a getirip yerleştirdikleri Avcı taburlarına mensup bir kısım asker ve halk ayaklanarak, İttihatçılara karşı harekete geçti. Padişah, yetkilerinin çoğunu Meclise devrettiği için inisiyatifini kaybetmişti. Meclis, iş göremiyordu. On gün kadar devam eden bu kargaşalıkta, İttihatçılar, Rumeli'nde ne kadar Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut çetecisi varsa topladılar. Bunların yanına pek az da Türk askeri katıldı. Üçüncü Ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa'nın emri altında İstanbul'a gelen bu çetecileri, devlet merkezine sokmak istemeyen kumandanlar, Padişaha müracaat ettiler. Ancak kardeş kanı dökülmesini uygun bulmayan padişah, buna izin vermedi. İsyanı yatıştırma bahanesiyle İstanbul'a giren İttihatçılar ve dağdan inmiş Balkan komitacıları, pek çok kan döktüler. Ayrıca, isyanın sorumlusu olarak da padişahı gösterip, onu tahttan indirmeye karar verdiler. Fetva emîni Hacı Nuri Efendi, padişahın tahttan indirilmesi için hiç bir sebebin bulunmadığını söyleyince, söylediklerini yapacak birini bulup fetva yazdırdılar.
Daha sonra, Yahudi Emmanuel Karasu, Ermeni Aram, Arnavut Toptanî ve Gürcü Ahmed Hikmet Paşa, Padişaha giderek; "Millet sizi istemiyor" dediler. Ancak Türk milleti adına söz söyleyen görülmüyordu.
Tarihimizin en büyük lekelerinden biri olan bu hadise, aynı zamanda Türk Milletine yapılan en büyük hakaretlerden biriydi.
II. Abdülhamid Han, Türk tarihinin çok büyük bir şahsiyeti ve dünya siyaset tarihinin de en önemli kişilerinden biridir. Belki de bu büyüklüğü yüzünden kolay anlaşılamadı ve aleyhinde yerli ve dış düşmanlar, her şeyi söylediler. Ancak, gelişen olaylar, zamanla, padişahın ne kadar haklı olduğunu ortaya koydu. Fakat devlet elden gitti. Muhaliflerin başı olan Ahmed Rıza Bey, Cumhuriyet döneminde yazdığı hatıralarında, ona övgüler yağdırdı. Bu korkunç pişmanlığın en açık örnekleri, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik Bey ile diğer bazı şairlerin yazdığı şiirlerle dile getirildi.
II. Abdülhamid Han, eğitim, ulaşım, imar ve kültür faaliyetleri bakımından, Osmanlı Devletinin en önde gelen padişahlarındandır. Osmanlı kültür hayatının, iki büyük padişahından biridir. Bunlardan birincisi, eser yazdırmada ön sırayı alan II. Murad'dır. Sultan II. Abdülhamid de, İmparatorluğun başından beri yazılmış bütün eserleri bastırmakla dikkat çeker. Bu bakımdan, köklü ve geniş kültür faaliyetleri içinde yer alan hiçbir devirde, onunki kadar okul açılmamış, o kadar çok insan yetişmemiştir. Bunların hemen hepsi, Çanakkale Savaşı'nda şehit düştü ve devlet, fikir bakımından da gerilemiş oldu. I. Dünya Savaşı'nın ve Millî Mücadele'nin bütün başarılı kumandanları (Mustafa Kemal Paşa dahil), o devir Harbiyesinden yetişmiş, aydın insanlardı.
Osmanlı Devletinin son parlak dönemini yaşatan bu büyük devlet ve siyaset adamı, devrinde dünyanın dört büyük gücünden biri olan ve yedi milyon küsur kilometrekareden fazla olan ülke toprağını, İttihatçılara teslim ederken: "Türkiye'yi on sene idare edebilirlerse, bir asır idare ettik diye sevinsinler" demiş ve muhtemel neticeyi daha o anda işaret etmiştir.
Nitekim bu tarihten itibaren ülkemiz, büyük felaketlerle karşı karşıya kaldı. 1911'de İtalyanlar, Trablusgarb'ı işgal etti. 1912'de Balkan Savaşı bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika'da 1.200.000, Rumeli'de ise 250.000 kilometrekare vatan parçası elden gitti. Bu sırada İttihatçılar, devlet içinde iktidarı bütünüyle ele geçirdiler. Enver Bey, paşalığa terfi etti. Eski posta kâtibi Talat Bey, paşalıkla sadrazam oldu. İstanbul muhafızı olan Albay Cemal Bey de paşa yapıldı. Böylece Enver-Talat-Cemal adlarındaki paşalar, devlette tek söz sahibi oldular. 1914 yılında da bir oldu bittiye getirerek, Fransa, İngiltere ve Rusya'ya karşı, Almanya'nın safında I. Dünya Savaşı'na girdiler. Osmanlı Devleti, dört yıllık savaş içinde, yedi cephede çarpıştı ve yüzbinlerce evladını kaybetti. Aslında Türk orduları, savaşlarda büyük başarılar gösterdiler. Çanakkale ve Irak cephesinde müttefik kuvvetler bozguna uğratıldı. Filistin ve Suriye Cephelerinde ise İngilizlere yenilerek Adana'ya çekildiler. Fakat Almanya, barış isteğiyle ittifaktan ayrılınca, Osmanlı Devleti de, bu kötü şartlar altında barış istemek zorunda kaldı. Artık, Osmanlı Devleti bitmişti.
I. Dünya Savaşının son günlerinde, önce Abdülhamid Han ve arkasından Sultan Mehmed Reşat vefat ettiler (191 . II. Abdülhamid Han'a çok hazin bir cenaze töreni yapıldı. Onun 33 yıl boyunca, bütün cihana karşı ayakta tuttuğu koca Türk Devleti, komitacılıktan yetişmiş kişiler elinde, on yılda eriyip bitti. Meşhur tarihçi ve yazar Ahmed Rasim, padişahın tabutunun arkasından; "Senin cenazen bile bu milleti idare edebilir" diye ağlıyordu. Bir Yahudi tarihçi ise; "En ufak menfaati uğruna bütün dünyayı feda etmeyi göze aldığı milletinin felaketini görmemek için, bir an önce öldü" demekten kendini alamıyordu.
İttihatçılar ise, I. Dünya Savaşı sonunda, ülkenin düşmana teslimi anlamına gelen Mondros Mütarekesi'ni imzaladıktan sonra, bir gece yarısı ülkeyi terk ettiler. Tahta geçen Sultan Vahideddin'e ise, mevcut bulunmayan bir devletin hükümdarlığını yapmak kaldı.
Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye, yani "Yüce Osmanlı Devleti", 1920 yılında Sevr Antlaşması ve İstanbul'un işgaliyle, siyasî bakımdan sona erdi. Böylece, altı yüzyılı aşkın bir ömrü olan bu büyük Türk Devleti, yerini, Mustafa Kemal Atatürk'ün, dehası ve milletine olan inancı ile kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne bıraktı.
Bugün Birleşmiş Milletler teşkilatının yapmak istediği, fakat başarılı olamadığı dünya devleti fikrini, Osmanlı İmparatorluğu, altı asra yakın bir süre devam ettirdi. Avrupa'nın yarıdan fazlasını egemenliği altında bulundurdu. Bu milletlerin her türlü meselelerini, kendi dinine bağlı imişlercesine halletmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bugün dünyanın bel bağladığı insani kaidelerin ve hürriyetlerin büyük bölümünü, ırk ve din farkı gözetmeksizin, en adaletli biçimde uyguladı ve reâyâ denilen gayr-i müslim unsurun günümüze gelmesini sağladı.
Bu muazzam imparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesiyle, bünyesinden, irili ufaklı 24 devlet doğdu. "Daha fazla hürriyet", "daha âdil idare" diye ayaklanarak devlet kuran milletler, aradan bir yüzyıla yakın zaman geçmiş olmasına rağmen, halen, aradıkları huzuru bulabilmiş değillerdir. | | | | benben (şimdiye kadar 200 posta) | | Devlet Teşkilâtı, Kültür ve Medeniyet - I
Devlet teşkilatı, merkez ve eyalet olmak üzere ikiye ayrılırdı. Merkez Teşkilatı: Merkeziyetçi idareye sahip Osmanlı Devletinin başı; padişah, sultan, hünkâr, han, hakan da denilen hükümdardı. Padişah, bütün ülkenin hakimi, idarecisiydi. Görev ve yetkileri, devlet teşkilatında, müesseseler ve yüksek kademeli memurlar tarafından da paylaşılırdı. Sadrazam ve Divan-ı Hümayun'un diğer üyeleri, padişahın en büyük yardımcılarıydı. Dîvan, bakanlar kurulu; sadrazam da başbakan mahiyetindeydi. Dîvanda, devletin birinci derecede önemli mülkî, idarî, malî, siyasî, askerî meseleleri görüşülüp karara bağlanırdı. Divan, padişah adına sadrazam, kubbe vezirleri, kazaskerler, nişancı ve defterdarlardan oluşurdu. 19. yüzyılda Osmanlı kabinesi; sadrazam (başbakan), sadaret kethüdalığı (İçişleri Bakanlığı , reisülküttaplık (dışişleri bakanlığı , defterdarlık (maliye bakanlığı , çavuşbaşılık, yeniçeri ağalığı, 1826'da seraskerlik (millî savunma bakanlığı kaptan-ı deryalık (deniz kuvvetleri komutanlığı makamında bulunan kişilerden meydana gelirdi. Dîvan kararlarını içeren defterler, Topkapı Sarayı'nda arşiv mahiyetindeki Defterhanede muhafaza edilirdi.
Eyalet Teşkilatı: Devlet teşkilatında en büyük idarî bölüm eyaletlerdi. Eyaletler; sancak, kaza ve nahiyelere bölünmüştü. Eyaleti beylerbeyi, sancağı sancakbeyi yönetirdi. Eyaletler, gelir bakımından salyaneli ve salyanesiz (yıllıklı ve yıllıksız) olmak üzere ikiye ayrılırdı. Eyaletlerin, merkez teşkilatına benzer bir idare tarzı vardı. Şehirler, kadı tarafından idare edilir, emniyet, subaşı tarafından sağlanırdı.
Siyasi ve Hukukî İdare: Osmanlı Devletinde esas itibariyle İslam Hukuku uygulanırdı. İslâm hukukunda açıkça belli olmayan konular, bu hukukun ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla, şeyhülislâmların fetvaları ve kanun ve kanunnameler şeklinde düzenlenirdi. Yasama yetkisi padişahındı ve padişah adına yapılırdı. Medenî hukukta Hanefî mezhebinin hukuk sistemi tatbik ediliyordu. Ceza hukuku ve diğer sahalarda sultanî hukuk da denilen örfî hukuk uygulanmaktaydı.
Osmanlı hukuk düzeni içerisinde idare, maliye, ceza ve benzeri konularla ilgili alanlarda, padişahın emir ve fermanlarında bulunan değişik meselelerle ilgili kanunnameler vardı. Osmanlı Devletinde ilk kanunname, Fatih Sultan Mehmed (1451-1481), ikinci kanunname ise Kanunî Sultan Süleyman tarafından çıkarıldı. Bu kanunnamelerde, saltanatla ilgili konular yanında, reaya ve Müslüman halkın devlet düzeni içindeki davranışlarını belirleyen hükümler vardır.
Büyük ve uzun ömürlü devletler, üstün adaletle ayakta dururlar. Zulüm üzerine kurulmuş devlet ve imparatorluklar da olmuş ise de, ömürleri kısa sürmüştür. Kendisine mahsus özellikleri, bilhassa kendi dışındaki dinlere tanıdığı haklar, daha doğru bir ifadeyle, diğer dinlerin işlerine, ibadetlerine ve âdetlerine karışmamak gibi özellikler gösteren Türk adaleti, dünya milletlerine örnek olmuş, yüzyıllar öncesi kavuşulan bu seviye; bugünün medenî denilen milletleri tarafından halâ yakalanamamıştır. Bu sebepledir ki, F. Dowey'in dediği gibi "Onaltıncı yüzyılda bir çok Hıristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak, Osmanlı ülkesine gelip yerleşiyorlardı." F. Babinger ise "Osmanlı ülkesinde herkes kendi halinde, bahtiyar olabilirdi. Mutlak bir dinî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip olduğundan dolayı bir güçlükle karşılaşmazdı" demektedir.
Osmanlılarda bir ücret karşılığı vazife gören devlet memurları vardı, bir de şehirlerde oturan esnaf ve tüccarlar, köylerde oturan ve devletin temelini teşkil eden, çoğu üretici, köylüler verdi. Bunlara reâya denirdi. Vergi vermesi, nüfusun büyük kısmını meydana getirmesi bakımından köylü, devlet için halkın ve tebaanın esas kesimi sayılıyordu. Üretici güç, büyük ölçüde köylülerin elindedir. Bu güç olmaksızın, ordu ve devlet mümkün değildir.
Şehirlerin dışında kalan ve köylerde yaşayan kalabalık halk topluluğu, daha çok tarım, hayvancılık ve değişik toprak işçilikleriyle uğraşırdı. Bunlardan zanaat sahibi olan veya olmak isteyenler, şehir ve kasabalara gidip, kendileri için elverişli olan işlere girerlerdi. Kabiliyetli olanlar ise, daha başka devlet görevlerine yükselirlerdi.
Osmanlı Devletinde kuruluşundan itibaren, devlet idaresinde, yürütme ve yargılama gücü ayrı olarak düşünülüp uygulandı. Eyalet yöneticileri padişahın yürütme yetkisini, kadılar da yargılama yetkisini temsil etmekteydi. Osmanlılar, bu iki kuvvet ayırımını, âdil bir devlet idaresi için esas kabul ederlerdi.
Saray Teşkilatı: Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra, saray teşkilatı da diğer kurumlar gibi gelişme gösterdi. Bursa ve Edirne saraylarından sonra, İstanbul'un fethi üzerine, bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasının olduğu yerde, Fatih Sultan Mehmed tarafından, Saray-ı Atîk denilen eski saray kuruldu. Daha sonra yine Fatih tarafından, Saray-ı Cedid adı verilen Topkapı Sarayı yaptırıldı.
Bu saraylar, padişahların hem ikamet ettikleri yer ve hem de bütün devlet işlerinin görüşülüp karar verildiği en yüksek devlet dairesiydi.
Osmanlı Devletinde saray teşkilatı üç kısımdan meydana gelmekteydi: 1) Bîrun denilen dış bölüm, 2) Enderûn denilen iç kısım, 3) Harem-i hümayun.
Sarayın Bîrûn adı verilen kısmı sarayın dışı, yani Babüs'saâde haricindeki teşkilatıdır. Bu bölümün işleri çeşitli olduğundan, her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardandı. Burada görevli olan ilmiye sınıfı ile Birûn ağaları denilen kişiler, sarayın hem harem, hem de Enderun kısmının dışındaki yerlerde ve dairelerde bulunup, görevlerini yaparlar ve akşamları evlerine giderlerdi. Birûn teşkilatına âit bütün tayinler, sadrazam tarafından yapılırdı.
Enderûn: Sarayın bu bölümü, yüksek dereceli devlet memuru yetiştiren bir okul ve eğitim yeriydi. Padişahlar, bir kısmı sarayda ve bir kısmı da orduda olmak üzere Müslüman Türk terbiye ve kültürü ile yoğrulmuş, kendilerine sadık bir sınıf yetiştirdikten sonra, Osmanlı devlet idaresini bunların eline vermiştir.
Küçük yaştaki, devşirme denilen çocuklar, saraya alınmadan, sivil Müslüman Türk ailelerin yanında büyük bir itina ile yetiştirilirlerdi. Dinî bilgileri ve Türkçe'yi öğrenirler, daha sonra saraya alınırlar, burada da mükemmel bir tahsil gördükten sonra, sıraları gelince liyakat ve yeteneklerine göre saray dışındaki çeşitli devlet işlerine tayin edilirlerdi. Sarayda her koğuşun ve sınıfın fertlerinin kaydına mahsus defterler olup, bunların saray terbiyesi üzere yetişmeleri için, her koğuşta lala tabir edilen hocalar vardı.
Osmanlı sarayı, hem devletin en yüksek idare organı, hem de en yüksek yöneticilerini yetiştiren bir müessese idi. Sarayın, kendine mahsus usul ve erkânı vardı.
Harem-i hümayun: Padişahın aile efradının; padişah kadınlarının, padişahın kız ve erkek çocukları ile harem ağalarının ve muhasiplerinin oturduğu yerdi. Yerleşim olarak valide sultanın dairesi, şehzadeler mektebi, padişahların yatak odaları, cariyelerin yetiştiği yerler gibi bölümleri vardı. Haremde; valide sultan, başkadın efendi, padişah kızları, gedikli kadın ve hizmetçiler (cariye) bulunurdu.
Osmanlı sarayının harem bölümü, hanedan mensuplarının özel aile hayatlarını yaşadıkları yerdi. Devletin bütün kurumları ve cemiyet hayatında olduğu gibi, buradaki günlük hayat da, İslâmî esaslara, Türk örf ve an'anesine titizlikle riayet edilerek yürütülürdü. Haremde bulunanlar, küçük yaştan itibaren çok titiz ve ciddî bir eğitimden geçirilerek yetiştirilir, saraya has âdab ve terbiyeye uymalarına özen gösterilirdi. | | | | benben (şimdiye kadar 200 posta) | | Devlet Teşkilâtı, Kültür ve Medeniyet - II
Ordu: Osmanlı ordusu, kuruluşundan 20. yüzyılın başına kadar, kara ve deniz kuvvetleri olmak üzere teşkilatlanmıştı. 1909-1910 yıllarında Avrupa ordu teşkilatına giren hava kuvvetleri, 1912'de de Osmanlı Devletinde kuruldu. Osmanlıların kuruluşunda ordu, aşiret kuvvetlerinden meydana geliyordu. Fetihlerin genişlemesiyle gönüllülerin, fethedilen yerlere iskânla da Türkmen bey ve kuvvetlerinin katılmasıyla asker miktarı artıp, teşkilatlanmaya gidildi. Beylik, akıncı ve gönüllü kuvvetlerine ilaveten, 1361 yılında yaya (piyade) ve müsellem (süvari) olmak üzere düzenli ve daimî ordu teşkilatı kuruldu. Osmanlı kara kuvvetleri; piyade, süvari eyalet askerleri ile teknik ve yardımcı sınıflardan oluşurdu. Piyadeler; acemi, yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacıları, lağımcı, humbaracı ocakları olmak üzere yedi ocağa ayrılırdı. Süvariler de; sipahi, silahtar, sağ ulûfeciler, sol ulûfeciler, sağ garipler, sol garipler bölükleri olmak üzere altı bölüğe ayrılırdı. Eyalet askerleri; timarlı sipahiler ve yerli kulu teşkilatı olmak üzere ikiye ayrılırdı. Timarlı sipahiler, Osmanlı ordusunun en önemli kısmı olup, timar sahipleriyle, bunların beslemek ve yetiştirmekle yükümlü oldukları cebelülerden meydana gelirdi. Yerli kulu teşkilatı; yurtiçi, geri hizmet ve kale kuvvetleri olmak üzere üç bölümdü. Yurtiçi teşkilatı; belderanlar, cerahorlar, derbendciler, martaloslar, menzilciler, voynuklar gruplarından; geri hizmet teşkilatı, yaya ve müsellemler ile yörüklerden; kale kuvvetleri teşkilatı ise, azaplar, gönüllü ve beşlilerden oluşurdu. Akıncılar, Osmanlı ordusunun öncü gücü olup, kuruluşuna, gelişmesine ve genişlemesine çok hizmetleri geçmiştir. Deniz Kuvvetleri (Donanma): Osmanlı deniz kuvvetleri, Karesi, Menteşe, Aydın gibi denizci beyliklerin hakimiyet altına alınmasıyla sahip olunan gemi ve personeliyle kuruldu. İlk zamanlarda Karamürsel, Edincik ve İzmit'teki gemi inşa tezgâhları, Yıldırım Bayezid Han zamanında (1386-1402) Gelibolu, Yavuz Sultan Selim zamanında (1512-1520) Haliç, Kanunî Sultan Süleyman zamanında (1520-1566) Süveyş ve zamanla Rusçuk, Birecik tersaneleri kuruldu. Bu tersanelerde kürekli ve yelkenli gemiler imal ediliyordu. Buharlı gemilerin keşfiyle 1827'de donanma, buğu denilen bu gemilerle de donatıldı. Kürekli gemi çeşitleri olarak; uçurma, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çete kayığı, brolik, celiyye, çamlıca, şayka, firkate, mavna, kalite, gırab, şahtur, çekelve, kırlangıç, baştarda ve kadırga kullanıldı. Yelkenli gemi çeşitlerinden de; ateş, ağrıpar, barça, brik, uskuna, korvet, kalyon, firkateyn, kapak ve üç ambarlı kullanıldı. Donanmanın başı, 1867 yılına kadar kaptan-ı derya, bu tarihten sonra da bahriye nazırı unvanını taşıdı. Osmanlı donanması; muazzam teşkilatı, kuvvetli harp filosu, cesur, üstün kabiliyetli kaptan ve leventleriyle, Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz ve Kızıldeniz'e hakim olup, Hind ve Atlas Okyanuslarında Osmanlı sancağı ve armasını dalgalandırıp temsil ediyorlardı. Osmanlı donanmasının 27 Eylül 1538 tarihinde, müttefik Avrupa devlet ve kavimlerinden meydana gelen Haçlı donanmasına karşı kazandığı Preveze Deniz Zaferi, bugün de Deniz Kuvvetleri Günü olarak kutlanmaktadır.
Maliye: Osmanlı Devletinin gelir ve giderlerine 1838 yılına kadar defterdar, bu tarihten sonra ise maliye nazırı ve teşkilatı bakardı. Defterdar, Divan-ı hümayun yani bakanlar kurulu üyesiydi. Başdefterdar, padişahın malî işlerde vekilidir. Başdefterdarın, şıkk-ı sanî ve şıkk-ı salis olmak üzere iki yardımcısı vardı. Önceleri tek olan defterdar sayısı, devletin genişlemesiyle birlikte arttı.
İslam hukukuna göre alınan vergiler; Uşr (aşar, öşür), haraç ve cizyedir. Halkın öşür dediği uşr, toprak mahsullerinden alınan onda bir nispetindeki zekâttı. Uşr, dört çeşit zekât malından, toprak ürünleri zekâtı ile hayvan zekâtına ve "âşir" denilen zekât memurlarının ithalatçı tüccardan topladığı zekâta denirdi. Emval-i batına denilen diğer zekât mallarının zekâtını, Müslüman zengin bizzat kendisi hesaplar ve emredilen yerlere verirdi. Bu bakımdan uşr ve zekât ibadet olup, diğer vergiler gibi bir vergi değildir.
Haraç; zor ile alınıp da, gayrimüslim vatandaşlara bırakılan veya sulh (anlaşma) ile alınıp, onların olan topraktan alınan beşte bir, üçte bir veya yarıya kadar olabilen toprak mahsullerinden alınan vergidir. Cizye ise, ehl-i kitap (Hıristiyan ve Yahudi) gayrimüslim erkeklerden alınırdı.
Örfî vergilere avârız vergileri de denirdi. Bunlar, tekâlif-i divaniye ile ihtisap, ağnam, yâva, madenler, otlak ve kışlak resimleridir. Tekâlif-i divaniye, devletin ihtiyaç duyduğu zamanlarda aynî veya para olarak; avârız akçesi, nüzul bedeli, sürsat bedeli, kürekçi bedeli gibi çeşitleri vardı. Mülk olup vergiye tâbi olan toprakların çoğu öşürlü, çok azı haraçlı idi. Memleket topraklarının çoğu mîrî idi. Önceleri kiraya verilen mîrî toprakların çoğu, sonradan vatandaşa satılarak veya vakfedilerek öşürlü hâle gelmiştir. Vakıf topraklarından da uşur alınırdı. Mîrî toprağın kiraları asker ve subayların olurdu. Bunlara dirlik denirdi. Askerin toprağına timar, subayın toprağına zeâmet, general düzeyindeki kişilerin toprağına has denirdi. Bunların yıllık gelirleri ise yaklaşık şöyleydi: Timar, 3000-20.000 akçe arası; zeâmet, 20.000-100.000 akçe arası; has, 100.000 akçeden fazla. Osmanlı parasına akçe denirdi. Osmanlılarda sikke, mangır, metelik, kuruş, pul, para gibi para birimleri kullanılmıştır. Belirli bir miktar para anlamında ise, kese tabiri kullanılmıştır. Osmanlı Devletinde gelirler; merkeze gönderilenler, eyaletlerde bırakılan mahallî belde gelirleri olarak sınıflandırılabilir. Olağandışı gelirlerden olan ganîmet de varsa da, devamlı değildir. Devlet, aldığı vergilerle; vatandaşın canını, malını, şerefini, hakkını, vicdan hürriyetini, ticaret hürriyetini korumakta, millî savunma ve asâyişi sağlamaktaydı. Pek çok dinî, sosyal, bayındırlık iş ve eserleri, çok iyi işleyen vakıf kurumunca yapılıp, bu hususlarda devlet bütçesine çok büyük katkıda bulunuyorlardı.
İktisadî Hayat, Sanayi ve Ticaret: Bunlar, devlet ve özel sektörce yapılırdı. Genellikle, önemli ve büyük işletmeler devletçe, küçük ve daha çok piyasa ihtiyacı olan işletmeler, özel sektörce yürütülürdü. Devlet sektörü; millî savunma, devlet ve saray ihtiyaçlarını karşılardı. Silah sanayii ve harp malzeme ve levazımatı devletçe yapılırdı. Harp gemileri devlet tersanelerinde yapılmasına rağmen, özel sektörce işletilen tersaneler de vardı. İhracat malları, özel sektörce üretilirdi. Osmanlı silah sanayii çok ileri olmasına rağmen, ihracatı yasaktı. Üstün teknik ve ateş gücü ile kaliteli malzemeden üretilen Osmanlı silahlarına sahip olmak, Avrupalıların meraklarından olup, çeşitli yollardan sağlananlar da, çok fahiş fiyatlarla alınırdı. Ticaret; kara ve deniz yoluyla yapılırdı. Kara ticareti, kervan ve kafilelerle, deniz ticareti de ticaret filolarıyla gerçekleştirilirdi. Osmanlı karayolları, dünyanın en bakımlı yolları olup, granit taş döşeliydi. Granit yollar, ordu, kervan ve yayaların geçmesi içindi. Sürüler, granit yolun iki tarafında tesviye edilmiş iki toprak şeritten geçerdi. Tesviye edilmiş toprak yollar da vardı. 19. yüzyıldan itibaren de pek çok demiryolu döşendi. Tüccar, devletin himayesinde olup, serbest, huzur ve emniyet içerisinde hareket ederdi. Türk armatörlere ait ticaret filoları olup, bu armatörlerin gemileri, ticaret hanları ve çok büyük servetleri vardı. Şehirlerde büyük ticaret merkezi mahiyetinde kapalı çarşılar vardı. Bunların en iyi bilineni, halen kullanılan İstanbul kapalı çarşısıdır.
Ticaret hanları, toptancı tüccarın hem yazıhane, hem depo olarak kullandığı iş hanlarıydı. İstanbul, dünyanın en büyük iş ve ticaret merkeziydi. Esnaf, loncalar halinde teşkilatlanmıştı. Esnafın iş kolları çok çeşitli olup, kalite ve temizlik esastı. İpek, pamuk, kıl ve yünden çeşitli kumaşlar dokunurdu. Ak alemli, Ankara sofu, Malatya sofu, abâyî, nefs-i halep, muhayyir, seranik, berek, boğası, kutnî, mukaddem, menevşeli, nakışlı, sali, çatma, binişlik, çakşırlık astar, kadife ve ibrişim dokumaları meşhurdu. Şap, demir, kurşun, gümüş madenleri işletilirdi. Osmanlı ihraç malları; ipek, ipekli kumaşlar, yün ve yünlü kumaşlar, pamuk ve pamuklu dokumalar, yapağı, tiftik yünü, mazı, halı, şaptı idi. İhracı yasak olanlar; zahire, bakliyat, at, silah, barut, kurşun, bakır, kükürt, sahtiyan ve gön (deri) olup dışarıya çıkarılmazdı. Çuha, sülyen, zeybak, bakır tel, sarı teneke, üstübec, kâğıt, cam, sırça, boya, iğne, boncuk, makas, ayna, kürk, balık dişi, ithal edilirdi. Osmanlı ticarî işlem yaptığı önemli ticaret ve iskele merkezlerinden, İstanbul, İzmir, Selanik, Avlonya, Draç, Payas, Trablusşam, Sayda, İskenderiye, Basra, Kalas, Kefe, Sinop, Trabzon limanları ile İstanbul, Edirne, Gümülcine, Filibe, Sofya, Üsküp, Manastır, Yanya, Bosna-Saray, Budin, Bursa, Ankara, İzmir, Konya, Diyarbekir, Mardin, Erzurum, Halep, Şam, Kahire, Bağdat ve Musul başlıca ticaret merkezleriydi. Yabancıların haberleşmesini sağlayan sâi denilen posta teşkilatı ve bunların başında sâibaşılık adıyla posta müdürlüğü teşkilatı vardı. İhracat ve ithalat, zamana göre mevcut devletlerle yapılırdı. Bunlar; Ceneviz, Venedik, Dubrovnik, Floransa, Bizans, Milano, Napoli, Katalonya (İspanya), Lehistan (Polonya), Roma, Rusya, İngiltere, Prusya, Avurturya, Almanya, İran ve Mısır Memlûkları idi. Devlet, tüccara ve üreticiye her bakımdan destek olurdu. Osmanlı iktisadî ve ticarî sisteminde faiz yoktu.
Toprak İdaresi: Osmanlılarda beş türlü toprak vardı: 1) Mülk; milletin mülkü olan topraklar olup, pek azı haraçlı, çoğu öşürlü idi. Mülk plan toprak dört türlüydü. Birincisi, köy, şehir içindeki arsalar veya köy yanında olup, yarım dönümü geçmeyen yerlerdir. Bunlar mîrî toprakken devletin izniyle, millete satılmış yerlerdi. İkincisi, devletin izniyle millete satılan mîrî tarla ve çayırlardı. Buraların mahsulünden uşr verilirdi. Üçüncüsü uşrlu, dördüncüsü haraçlı topraklardı. Bu dört çeşit toprağı, sahibi, satabilir, vasiyet edebilir, varislerine miras hukukuna göre taksim olunurdu. Mîrî toprağı kiralayan kimse, her şey ekebilir veya kira ile başkasına ektirebilirdi. Üç sene üst üste boş bırakılan toprak başkasına verilirdi. Kiracı, mîrî toprağa izinsiz ağaç, asma, vb. dikemezdi. İzinsiz bina yapamaz ve mezarlık haline getiremezdi. Kiralayan kişi ölünce, toprağın, varisine verilmesi âdet haline gelmişti. 2) Mîrî topraklar. Ülkenin çoğu böyle olup kiraya verilirdi. Sonraları çoğu, millete satıldı, öşürlü oldu. 3) Vakıf toprakları olup, öşürlü idi. 4) Umuma terk edilen meydanlar, çayır ve benzeri yerlerdir. 5) Beyt-ül-malın (hazinenin) ve hiç kimsenin olmayan dağlar, ormanlar gibi yerler olup, buraları işletip ürün alan Müslüman ahali , öşür verirdi. Öşürlü veya haraçlı toprağın sahibi ölüp, hiç vârisi kalmazsa, bu toprak hazinenin olurdu.
Osmanlılarda fetih veya sulh yoluyla hakim oldukları yeni ülkelerin arazisini tespit etmek için tahrir yapılırdı. Tahrir, nüfus ve arazinin genel olarak deftere kaydedilmesine denirdi. Bir yerin tahriri yapılacağı zaman, 'muharrir-i memleket' veya kısaca muharrir denen memur ve yardımcıları görevlendirilirdi. Arazi; padişahlara mahsus hâslar, vezirlere ve sancakbeylerine mahsus hâslar, zeâmet ve timarlar, padişahlara mahsus vakıflar, diğer vakıflar, mülkler olarak çeşitli türlere ayrılırdı. Sonra muharrir, şehir, kasaba ve köyleri birer birer dolaşarak, buralarda oturan vergi mükelleflerini, künyelerini, içlerinde ödemeyecekler varsa, hangi vergilerden ne sebeple muaf tutulduklarını kaydederdi. Ayrıca topraklı ve topraksızları, evlileri, bekârları, ihtiyarları, sakatları, zanaat sahiplerini ve ilmiyeye dahil olanları tespit ederdi. Sonra her köyün merası, kışlağı, yaylağı, korusu, ormanı, çayırı, cins cins gösterilmek şartıyla, buğday, arpa, mısır, nohut, ceviz, üzüm, bal, sebze, meyve, pirinç gibi ürünlerin yılık miktarlarıyla, verilmesi gereken vergi belirlenirdi. Bütün bu bilgilerin toplandığı deftere 'mufassal' denirdi. Mufassal defterdeki bilgilere göre; idarî teşkilatla köy isimlerini ve yıllık gelirleri gösteren icmal defterleri çıkarılırdı. Çok ince bilgilere göre tutulan bu defterler, tapu hükmündeydi. Bu tahrirler; günümüzde de, Türkiye ve dışarıda kalan Osmanlı toprakları için değerini korumakta, hudut ve arazi meselelerinin halline yaramaktadır. Osmanlı Devletinin toprak idaresini ve sisteminin uygulamasını, devrin başka bir devletinde görmek mümkün değildir.
Sosyal Hayat: Osmanlılarda sınıfsız toplum hayatı vardı. Köle vardı, fakat Osmanlı ülkesinden alınmazdı. Kölelik devamlı değildi, âzad edilip hürriyete kavuşarak, devlet kademelerinde görev alabilirdi. Kölelikten yetişme veya köle çocuğu pek çok devlet adamı, yüksek memuriyetlerde bulunurdu. Kölelikten yetişme sadrazamlar da vardı. Bunlardan Koca Yusuf Paşa, Yusuf Ziyaeddin Paşa, İbrahim Edhem Paşa, Reşid Mehmet Paşa, Hurşid Ahmed Paşa, Şahin Ali Paşa, Silahtar Süleyman Paşa, Siyavuş Paşa gibi sadrazamlar, kölelikten yetişerek, devlet kademelerinde yükselen şahsiyetlerdir. Köylü hür olup, serflik yoktu. Köylüler ve kasabada oturan halk, üretici durumundaydı. Şehirlerde esnaf, imalatçı, sanatkâr, idareci ve ilmiye teşkilatı mensupları otururlardı. Askerliği Müslüman halk yapardı. Bütün ülke halkı, Osmanlılık bilinci taşır, milliyet ayrımı yapılmazdı. Gayrimüslimler askerlik yapmayıp, erkekleri cizye verirlerdi. Müslümanların temsilcisi halifeydi ve 1516 tarihinden itibaren Osmanlı padişahları bu sıfatı da taşımışlardır. Hıristiyanlardan Ortodoks mezhebinin merkezi İstanbul'dadır. Ermeni patrikliği de İstanbul'da olup, merkezleri de Osmanlı hakimiyetindeki Revan (Erivan) idi. Osmanlı topraklarında Katolikler de bulunmakla birlikte, merkezleri Vatikan'dı. Museviliğin doğuş yeri ve merkezi, Osmanlı toprağı idi. Avrupalıların zulmünden kaçan Yahudileri de Osmanlılar himaye ediyordu. Osmanlı vatandaşı olan Müslüman ve gayrimüslim topluluklar (Rum, Ermeni, Yahudi, Gürcü, Sırp, Bulgar, Macar, Rumen, vs.) kendi din ve dillerinde mabed, okul açıp, ibadetlerini yapabilme hürriyetine sahiptiler. Türk olmayan Müslümanlar, devlet kadrosunda ve orduda görev alırdı, fakat gayrimüslimler, Tanzimat'ın ilanına kadar bu hakka sahip değildi. Bu tarihten (183 sonra, devlet memuru olma ve orduya girme hakkı kazanmışlarsa da, askerlik yapmak istemediklerinden silah altına alınmamışlardır. Serbest meslekle uğraşırlardı. Gayrimüslimler tarafından işlenen hırsızlık, yol kesme, gasp, soygun, adam öldürme, devlet makamına zarar verme, İslam dinine karşı hareketler, devlet tarafından konulan yasaklara uymama, casusluk ve bunlara benzer suçlar devletçe, bunun dışındakiler ise kendi kilise ve havralarında bakılırdı.
Sosyal Müesseseler: Bunlar herkesin faydalanabildiği, çoğu hayır kurumlarıdır. İmaret, kalenderhane, kervansaray, han, tabhane, dârüşşifa denen hastane, kütüphane, çeşme, sebil, köprü ve ayrıca hayır için cami, mescit, mektep, medrese, tekke, zaviye yaptırılarak halk yararına vakfedilmiştir. Bu kurumların ihtiyaçlarının karşılanması, bakımı ve devamı için muazzam geliri olan vakıfları da kurulurdu. İmaret; medrese talebelerine, fakirlere ve her isteyene bedava yiyecek dağıtmak üzere kurulan aşevleriydi. Padişah, sadrazam, vezir, beylerbeyi ve diğer devlet adamları ve eşleri ile hayırsever zenginlerin yaptırdığı pek çok imaret, aslî veya başka gayelerle hâlâ kullanılmaktadır. Kalenderhane; şehirlere gelen yabancıların, seyyahların ücretsiz kalıp yemek yedikleri yerdir. Han ve Kervansaray; yol üzerinde veya kasabalarda yolcuların konakladıkları ve hayvanlarının barındığı binalardır. Yolcular; milliyet, din, dil, inanç ayırımı yapılmaksızın, üç gün ücret ödemeden kalabilirdi. Han ve kervansaraylar, emniyetli ve sağlıklı yerler olup, muhafızı ve reviri vardı. Tabhane; fakirlerin barındığı hayır eseridir. Tabhanelerin yiyeceği, imaretlerden karşılanırdı. Darüşşifa; hastaların tedavi edildiği hastane ve tıp mezunlarının pratik ve tatbikat yaptıkları tıp fakültesi mahiyetindedir. Bu tedavilerin yapıldığı, bulaşıcı hastalıklar, akıl ve kadın hastalıkları için ayrı bölümler vardı. Osmanlı başkentlerinden Bursa, Edirne, İstanbul ve diğer şehirlerde muazzam darüşşifalar yapıldı. Bursa dârüt-tıbbı, Edirne Cüzzamhanesi, Fatih Darüşşifası, Edirne Bîmaristanı, Üsküdar Cüzzamhanesi, Süleymaniye Darüşşifası ve Darüt-tıbbı, Toptaşı Bîmarhanesi, Bezm-i Âlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastanesi, Gülhane Hastanesi, Gümüşsuyu Hastanesi, Zeynepkâmil Hastanesi gibi daha pek çok hastane yapıldı. Kütüphane: Padişah, sadrazam, vezir ve diğer devlet adamları, onbinlerce kıymetli ve nadide eserin toplandığı kütüphaneler yaptırdılar. Külliyeler içinde, Fatih, Süleymaniye, Selimiye, Topkapı Sarayı'nda Üçüncü Ahmed, Ayasofya, Nur-u Osmaniye, Köprülü, Mahmutpaşa, Bayezid, Şemsi Paşa, Ragıp Paşa, Hüsrev Paşa, Âtıf Efendi kütüphaneleri meşhurlarındandır.
Eğitim ve Öğretim: Her seviyede eğitim ve öğretim yapılırdı. Sıbyan mekteplerinden üniversite mahiyetindeki dârülfünun ve medrese ile medrese-i mütehassısîn denilen ihtisas kurumlarına kadar teşkilatlıydı. Devletin bütün memlekete şamil eğitim ve öğretim kurumlarının yanısıra, gayrimüslim ve bazı yabancıların da okulları vardı. Rum, Ermeni, Yahudi, Fransız, İtalyan, Avusturyalı, Amerikan, Ortodoks, Gregoryen, Katolik, Süryani, Musevî gibi azınlıkların, çeşitli dil, din ve yabancıların, başta İstanbul olmak üzere Selanik, İzmir ve diğer merkezlerde okulları vardı. Okulların kitap ve araç-gereçleri ülke içinde hazırlanıp imal edildiği gibi, dışarıdan getirilip tercüme de edilirdi. Eğitim ve öğretim her devirde yaygın olmakla birlikte, II. Abdülhamid Han (1876-1909) zamanında daha artıp, mükemmelleşti. Ülkenin her köşesine aynı şekil ve değerde liseler yaptırdı. Bunların bazıları hâlâ sağlam olup, eğitim-öğretim seviyesi bakımından Türkiye'nin en tanınan liselerindendir.
Edebiyat: Yedi yüz yıla yakın ayakta kalan ve uzun süre dünyanın en büyük devleti olan Osmanlı Devleti; pek çok şâir ve edebiyatçı yetiştirdi. Dünyanın en verimli lisanlarından olan Osmanlıca yazı ve dilini geliştirdi. Yazma ve basma, pek çoğu Türkiye kütüphane ve arşivlerinde olmak üzere, dünyanın her tarafında pek çok Osmanlıca eser vardır.
Güzel Sanatlar: Mîmarî, çinicilik, minyatür, hat gibi sahalarda muhteşem ve nadide eserler verildi. Mimarlık sahasında, kendine has, estetik açıdan mükemmel sanat eserleri yapıldı. Bunu; sivil, askerî, dinî, mülkî, adlî, sosyal ve kültürel eserlerde en güzel şekilde, başta İstanbul olmak üzere, ülkenin her yanında görmek mümkündür.
Ahlâk: Ülkede herkes ahlâk kurallarına ve örfe uymak zorundaydı. Vatanseverlik, Osmanlılık şuuru, vakar, büyüğe hürmet, küçüğe şefkat, vefa ve sadakat, hayırseverlik, cömertlik, merhamet ve müsamaha (hoşgörü , tevekkül, namus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi gibi ahlâk ölçülerine uyulurdu. Bu sayede uzun bir emniyet ve huzur dönemi yaşandı. Bu ahlâkı gören, devrin sefir (elçi) ve seyyahları, yazdıkları kitaplarda bundan gıpta ile söz etmekte ve okuyanları imrendirmektedirler. Edmondo de Amicis, Constantinople (İstanbul) 1883 adlı eserinde şöyle yazmaktadır: "Paşasından sokak satıcısına kadar, istisnasız her Türk'te vakar, ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır. Hepsi derece farkları ile, aynı terbiyeyle yetiştirilmişlerdir. Kıyafetleri farklı olmasa, İstanbul'da bir başka tabakanın olduğu belli değildir... İstanbul'un Türk halkı, Avrupa'nın en kibar ve nâzik toplumudur. En ıssız sokaklarda bile bir yabancı için, küçük bir hakarete uğrama tehlikesi yoktur... Fuhuşla ilgili en küçük bir tezahüre tanık olmak imkân dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzumundan fazla meşgul etmek, ayıp sayılır." |
Bütün konular: 124 Bütün postalar: 201 Bütün kullanıcılar: 7 Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse |
|
|
|
|
|
Sitemizin yapımı hala sürmektedir
Bizi takip edin! :) |
|
Sitemiz yapılandırmadan çıkmıştır! Fakat hala sitemizde eksiklikler bulunmaktadır! Bunlar zamanla telafi edilecektir! |
|
|
|
|
|
|
|